
Giriş
Sömürgecilik, kolonicilik ya da kolonyalizm özetle bir ülkenin farklı ülke, toprak ve toplulukları iktisadi, askeri ve siyasi açıdan egemenliği altına alması anlamına gelir. Antik Çağ’dan günümüze kadar farklı biçimlerde uygulanan sömürgecilik insanlıkta pek çok yara açmış, ortaya büyük problemler çıkarmıştır. Bugün insanoğlu sömürgeciliğin farklı bir safhasını yaşamakta, geçmişten gelen problemlerine ise sömürgecilerin haricinde çözüm aramaktadır. Bu çalışmada sömürgeciliğe eleştiri noktasında önemli gördüğüm Hotel Rwanda filmini önemli anti-kolonyalist düşünürlerin eserlerinden alıntılarla destekleyip şahit olduğumuz ve kolonyalist dünyanın farklı milletlere uyguladığı iki yüzlülük ve ırkçılığı karşılaştırarak analiz etmeye çalışacağım. Hotel Rwanda adlı 2004 yapımı filmin yönetmenliğini Terry George yapmıştır.. Filmin başlıca oyuncuları, Don Cheadle, Sophie Okonedo, Nick Nolte, Hakeem Kae-Kazim ve Cara Seymour gibi isimlerdir. Film 2005 yılında Satellite En İyi Drama Filmi ödülüne layık görülmüştü. Film, 1994 senesinde yaşanan Fransa ve Belçika destekli Hutu kabilesinin ülke çapında giriştiği Tutsi soykırımı sırasında bir Hutu olan Paul Rusesabagina isimli otel müdürünün Tutsi ve Hutu’ları müdürlük yaptığı otelde saklayarak ölümden koruma çabasını anlatmaktadır. Paul, bu çabasında başarılı olarak 1268 mültecinin hayatını kurtarmıştır.
İki Yüzlülük
1994 yılında gerçekleşmiş Ruanda Katliamını konu alana Hotel Rwanda filminde sömürgecilerin sömürdüğü toprakları/ülkeleri terk ettikten sonra oralarda bıraktıkları mirasın izleri çok net görülmektedir. Aimé Césaire’nin dediği gibi, ‘’bir medeniyetin ilk çürümeye başlayan yeri kafası değil kalbidir.’’ Avrupalı sömürgeciler yalnızca sömürdükleri ülkelerin doğal zenginliklerini kendi ülkelerine götürmekle kalmamış, o ülkelerin kendilerine bağımlılıklarının post-kolonyalist çağda da sürmesi için onları yapay parçalara bölmüştür. Ruanda’da bu plan aslında tek bir halk olan Ruandalıları burun genişliği, boy uzunluğu ve ten renginin koyuluğu gibi kriterlerin ortaya atılmasıyla Hutu ve Tutsi ayrımı ile işlemiştir. Kolonyal dönemde ülke yönetiminde yanlarına Tutsileri almış fakat ayrıldıktan sonra yönetimi Hutulara bırakmışlardır. Avrupalılar, meyvelerini sonradan toplamak üzere ektikleri tohumlarla yerel halkların kalplerini de çürütmüş, onları birbirlerine yapay olarak düşmanlaştırmıştır. Düşmanlık o kadar öteye gitmiştir ki Hutu’lar Tutsileri ‘’cockroach’’ olarak isimlendirmeye başlamış Çin’den tanesini 50 cent’e aldıkları palalarla ülke çapına yayılan soykırımda yaklaşık 1 milyon Tutsi öldürülmüştür. Film Avrupalıların soykırım konusudaki tutumuna eleştiriler de getirmektedir. Başrol oyuncusu Paul Rusesabagina, başkent Kigali’de bulunan Hôtel des Mille Collines isimli otelin müdürlüğünü yapmaktadır. Aslen bir Hutu olan Paul kurduğu geniş ilişki ağıyla beraber Tutsiler, BM Barış Gücü askerleri ve komuta kademesi, Ruanda Ordusu tarafından sevilmektedir ve ayrıca soykırım öncesi müdürlüğünü yaptığı otelin erzak ve alkol alışverişini de katliamı gerçekleştiren aşırı uç Hutu grubu Interahamwe’nin yöneticilerinden olan Georges Rutaganda’nın işletmesinden yapmaktadır. Zaten filmin hemen başında alışverişe gittiği burada yanlışlıkla açılan bir erzak kasasından düşen palalardan olayın gidişatını az çok sezmiştir. Filmin devamında Ruanda Başkanı öldürülmüş ve Interahamwe milislerinin giriştiği Tutsi ve ılımlı Hutu soykırımı başlamıştır. Paul, ailesi ve komşularını çalıştığı otele götürmüş ve kısa sürede bu otel 1000’in üstünde insanın sığındığı bir mülteci kampına dönmüştür. Katliam sırasında BM personeli tarafından Avrupa’dan bir askeri birliğin bölgeye geldiği haberi mülteciler arasında sevinçle karşılanmıştır fakat bölgeye gelen birliklerin amacı yalnızca beyazların tahliyesini sağlamaktır. Durumu BM komutanı Paul’a üzülerek ‘’sizin bir değeriniz yok çünkü Afrikalısınız çünkü siyahsınız...’’ gibi cümlelerle açıklamıştır. Nihayetinde yaşanan bir dizi saldırı ve olayın ardından BM öncülüğünde Tutsi birliklerin temizlediği bölgeden geçen 1268 kişilik mülteci grup Tanzanya’daki bir mülteci kampına ulaşmış, Paul Rusesabagina’nın üstün çabalarıyla kurtulmuşlardır.
Avrupa’nın alışık olduğumuz iki yüzlülüğüne günümüzden de benzer örnekler vermek mümkündür. Bugün, emperyalistlerin saldırısına uğrayan Irak, Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkelerde yaşayan mazlum halkı kimse umursamazken Rusya-Ukrayna Savaşı’nın mağdurlarına açılan kucağın bir sınırı olmamıştır çünkü onlar beyazdır, batılıdır kucak açılmayanlar ise esmer, siyah ve doğulu...
Yeryüzünün Lanetlileri
‘’...Irkım: insan ırkı; dinim: kardeşlik...’ ’ [1]
-Aimé Césaire
Kendi yarattığı problemleri çözmekten aciz olduğunu ispat etmiş bir medeniyet, çökmüş bir medeniyettir. Batı medeniyeti bir önceki bölümde anlatıldığı üzere fiili olarak [2] çekildiği sömürgelerinde kasti olarak birtakım problemler yaratmış ve zamanla bu problemlerin çözümü konusunda sınıfta kalmıştır. Belki bu da kasti olarak yapılmaktadır ama netice ne olursa olsun bahse konu olan medeniyet ahlaken ve ruhen savunmasızdır, çökmüştür. Filmin yönetmeni olan Terry George Belfast doğumludur. 18 yaşındayken bir cumhuriyetçi eylemin şüphelisi olarak yakalanmıştır. Hayatının devamında ise İrlanda Cumhuriyetçi Sosyalist Parti eylemlerine karışmıştır. Yönetmenin buradan hareketle politik tutumu anlaşılmaktadır ve sömürgeci/lik eleştirisi yapılan bir filmin yönetmenliği yapmasında şaşırılacak bir nokta yoktur.
1950 ve 60’lardan başlayan sömürgelerin bağımsızlığı hareketi sonucunda bugün bağımsızlığı tanınmış ülkelerin hemen hemen yarısından fazlası bağımsızlığına kavuşmuştur. Sömürgeciler belirli bir süreden sonra sömürge ülkelerinde fiili olarak bulunmak yerine oralardan çekilmeyi ve oluşturacakları yeni düzenler ve kukla yönetimlerle sömürgeciliğin sürmesini hedeflemişlerdir. Post-Kolonyalist çağda Üçüncü Dünya’nın liderlerinden, Eski Gana Cumhurbaşkanı Kwame Nkrumah post-kolonyalizmi emperyalizmin en yüksek aşaması olarak tanımlamıştır. Etnisiteye, kültürlere özetle tarihsel mirasa uymayan yapay sınırlar içerisinde inşa edilen ulus devletler pek çok problemlerle karşılaşmışlardır. Bu problemlerin çözümü ise Neoliberalizm’de ve problemlerin yaratıcısı olan Batı kuklası yönetimler olarak dayatılmış, demokrasi ile iktidara gelinemeyen ülkelerde askeri darbeler olmuştur. Yarı sömürge olarak gösterebileceğimiz ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı 12 Eylül darbesi ve peşinden kurulan düzen bunun örneklerinden biridir. Bu düzene başkaldıranlar tabii ki olmuştur örnek olarak ise Cezayir ve Tunus’un bağımsızlığı, Afrika’nın Che Guevera’sı Sankara ve Filistin Kurtuluş Örgütü gibi ülke, lider ve örgütler verilebilir. Fakat bunların hemen hemen hepsi başarısız olmuş Batılı gibi düşünmeye çalışan, Şarklı olmayan Şarkiyatçıların yazdığı tarihi okumuş ve kurtuluşu o yolda arayan lider, parti ve halk millici hareketlerin önünü kesmiştir.
Film evrensel insani duyguları yansıtmaktadır. Film karakterlerinden Avrupalı gazeteciler, bölgede gönüllü çalışan sağlık personelleri ve din adamların bölgeden yalnızca beyaz insanların tahliyesi konusunda fazlasıyla rahatsız olmuşlardır fakat bu konudaki çabaları da boşa gitmiştir çünkü hükümetleri yüzyıllardır olduğu gibi iki yüzlüdür. Bu yapılan iki yüzlülük yalnızca Afrika’ya has değildir. Aynı şeylere Latin Amerika’da, Orta Doğu’da, Hindistan’da ve Uzak Asya’da defalarca şahit olmuşuzdur. Beyazlara göre Hıristiyanlık=Medeniyet iken Paganizm=Vahşilik’tir fakat sömürgede yaşayan insanlar Césaire’nin dediği gibi ‘’…artık bilmektedirler ki sömürgeciler yalan söylemektedir ve tam da bu yüzden güçsüzdürler…’’ [3] Sömürgecilik ne dini yaymak ne de hayırsever bir 3 girişimde bulunmaktır. Sömürgecilik asıl olarak tarihin belli bir noktasında, birbirine rakip ekonomileri arasındaki rekabeti dünya ölçeğinde yaymaya kendisini zorunlu hisseden bir medeniyetin şeytani gölgesidir.
Ben de beyazların otelden ayrılırken yaşadığı duyguların her birini film boyunca fazlasıyla hissettim. Yönetmenin aktarımının dışında belki de buna ideolojik sebepler, konuya duyduğum aşırı hassasiyetle beraber ilgi ve bir Üçüncü Dünya yurttaşı olarak benzer bir belleğe sahip olmam etkili olmuş olabilir. Son olarak da filmin son yarım saatinde gerçekleşen sahnede Rusesabagina ailesi Belçika’ya gitme fırsatına sahip olmuştur fakat Paul ailesinin bindiği kamyonete binmez çünkü mültecileri yalnız bırakamaz. Sanıyorum ben de Paul’un yerinde olsam aynı hareketi sergilerdim çünkü oradaki 1200’ün üstündeki mültecinin yaşamı Paul’un ilişkileri çerçevesinde devam etmektedir. Paul’un olmadığı bir Hôtel des Mille Collines sahipsiz kalır ve oradaki tüm mülteciler Interahamwe tarafından öldürülürdü.
Sömürge Mirası
Analizin geçtiğimiz bölümlerinde ele aldığımız sömürgecilik/kolonyalizm meselelerini biraz daha detaylandırmakta faydalı olacaktır. Filmin başlarında Hôtel des Mille Collines’in barında geçen sahnede yerli bir gazeteci beyaz bir gazeteciye Hutu ve Tutsiler arasındaki ayrımı ve bunun neyden kaynaklandığını anlatır. Belçikalı sömürgeciler bölgeye geldiklerinde yerel halkı daha uzun boylular, daha açık tenliler(Tutsi) ve daha kısa boylular, daha koyu tenliler(Hutu) olmak üzere iki gruba ayırmıştır. Tutsiler, yönetim işlerinde sömürgecilerin suyuna gitmeleri sebebiyle Hutuların nefretini kazanmıştır. Burada bastırılmanın ve yıllarca ezilerek ikinci sınıf muamele görmenin etkileri de mevcuttur. Zaten belki de sömürünün tarihi böyledir. Ezilen, kendinden daha zayıf ve ezebileceği birini bulduğu vakit sırtını sağlam bir yere dayayabiliyorsa ezen pozisyonuna geçmeye çalışır. Hutu’ların giriştiği soykırım da böyledir. Ayrıca bir çok ülkede görülmüştür ki sömürgecilere itiraz edemeyen hep kardeşine düşman kesilmiştir. Ruanda’da yine bu görülebilir. Tutsiler, sömürgecilerin yanında durmakla eleştirilmiş ve suçlanmıştır. Hutular ise ilk güçlendikleri anda eleştirdikleri şeyi yaparak sömürgeci güçler olan Fransa ve Belçika’nın desteği ile Çin’den tanesini 50 cente aldıkları palalar ile kardeşlerini amiyane tabirle doğramışlardır. Bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde öncül ve ardıllarının düştükleri hataya düşerek sömürgecilerin planına sadık kalmış, sömürgecilerin ülkelerine ektikleri tohumları büyütüp ağaç yaparak meyvelerini sömürgecilere yollamışlardır çünkü destabilizasyon onları her halükarda işine gelmektedir. Sonrasında barışı getirmesi beklenen yine o ilk kurşunu sıktıran sömürgeciler olmuştur oysa Frantz Fanon’un da dediği gibi "siyah derimizde açılan her yaraya, kendi ellerimizle dokunmamız gerekli." Çare o [4] topraklarda yaşayan halkın elindedir. Tam bağımsızlık yalnızca bu yolla kazanılır. Bugün Afganistan yıllardır olduğu gibi hala sömürgecilerin yarattığı enkaz ve cehaletin altında kardeşlerin birbirlerini katlettiği bir ülkedir. Yine Orta Doğu’da yapay sınıra sahip pek çok ülke benzer durumu iç savaşlarla tecrübe etmiştir. Bu noktada post-kolonyal dönemde bağımsızlık kendi kültürüne ve toplumsal özelliklerine dayandırılmalı, milletler ilhamını kendi tarihinden alarak kendi toplumsal gelişim süreci içerisinde ilerleyerek kardeşine sahip çıkmalı çünkü Aimé Césaire’den alıntıyla, Atatürk'ün deyişiyle: " Biz bize benzeriz" ... [5] Avrupalı veya Batılı değil.
Sonuç Yerine
"Kimsenin elleri temiz değil, masum seyirciler yok. Hepimiz ellerimizi toprağımızın bataklıklarında ve beyinlerimizin korkunç boşluğunda kirletme sürecindeyiz." [6]
-Frantz Fanon
Batılı bir yapımcı ve yönetmen tarafından hazırlanan filmin Batı’nın iki yüzlülüğü ve sömürge mirası üzerine eleştiri getirmiş olması takdir edilesi. Doğrunun aktarılmasını takdir ediyor olmamız da aslında tekraren Batı’nın işini başarıyla yaptığının bir kanıtı olmuş oldu. Bu film analizi siyasal ve sosyolojik yaklaşımın harmanlanmasıyla yapıldı. Kolonyalizm ve siyaset üzerine konuşulurken kültüre ve topluma da değinildi. Önceki bölümlerde verilen örneği son kez tekrarlamakta fayda var. Belçikalı askerlerin Hôtel des Mille Collines’e gelip yalnızca beyazları tahliye etmeleri gün gün şahit olduğumuz Rusya-Ukrayna Savaşı mağdurlarına uzatılan ellere benziyor. Bu mağdurlar Avrupalıların bağrına basılıyor, yardımlarına koşuluyor fakat söz konusu coğrafya Suriye, Irak, Yemen veya Libya olduğunda Batı dediğimiz medeniyet ağzını ve gözünü kapatıyor, kulaklarını tıkayıp kollarını bağlıyor, 3 maymunu oynuyor. Yani yüzyıllardır süren mesele devam ederek Batı’nın iki yüzlülüğü sürüyor. Bu konuda hiçbir şey değişmemiştir. Benzeri olaylara yine aynı gruplar tepki gösterirken işin içinde eli olanlar da ses çıkarmayanlar da aynı grup ve kişilerdir. Sermaye ve emek, sömüren ve sömürülen, emperyalist ve anti-emperyalist arasındaki mücadele 30 yıl önce olduğu gibi bugün modern siyasal koşullara dönüşerek devam etmektedir. Üçüncü Dünya ülkelerinin(Ruanda ve benzeri Afrika ülkelerini de bu gruba dahil ediyorum) bağımsızlığı ve birlikleri mevzusu da güncel uluslararası siyasetin getiri ve götürüleriyle beraber her geçen gün benim fikrimce bir zaruret haline gelmektedir. Anti-Kolonyalist aydınların eserleri ve literatüre katkıları her geçen gün fazlasıyla değer kazanmakta ve bizler için anlamları artmaktadır.
DİPNOTLAR
[1] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, İstanbul:İletişim Yayıncılık,2021, s.81 1
[2] Aimé Césaire, Barbar Batı: Sömürgecilik Üzerine Söylev, İstanbul: Salyangoz Yayınları, 2007, s.63 2
[3] Aimé Césaire, Barbar Batı: Sömürgecilik Üzerine Söylev, İstanbul: Salyangoz Yayınları, 2007, s.64-65 3
[3] Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maskeler, İstanbul: Encore Yayınları, 2016, s.223. 4
[4] Aimé Césaire, Sömürgecilik Üzerine Söylev, İstanbul: Doğu Kütüphanesi, 2005, s.36. 6
[5] Frantz Fanon, 5 Yeryüzünün Lanetlileri, İstanbul:İletişim Yayıncılık, 2021, s.169
[6] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, İstanbul:İletişim Yayıncılık, 2021, s.169 6
Bu içerikten yapılacak alıntılar için herhangi bir izne gerek yoktur. Atıf gösterme koşullarına uygun bir biçimde alıntı yapılabilir. İçeriğin tamamı kullanılmak isteniyor ise Siyaset Bilimi Kulübü'nden kesinlikle izin alınması gerekmektedir.
Comments